Kar Taneleriyle Gelen Dostluk - Mustafa BAŞYİĞİT

Yedi yaşıma gelmiştim. Benim yaşımdaki arkadaşlarım köyümüzdeki okula gidiyor, okuma yazma öğreniyorlardı. Arkadaşlarım; onlarla birlikte olduğum kimi zamanlar ders çalışıyor, kitap okuyup, defterlerine istedikleri şeyleri yazıyorlardı. Ben, ya ben? Ben okula gitmiyordum. Çünkü görme engelliydim. Arkadaşlarım, ders çalışıp kitap okurken ben onları dinliyor ve içten içe onlara imreniyordum. “Keşke ben de okula gidebilseydim.” diye hayıflanıp duruyordum.

Bir sabah evimizin kapısı çaldı. Gelen, köy okulunun öğretmeniydi. Öğretmen, babam ve annemle konuşup, beni okula göndermelerini istiyordu. Babam ve annem bu işin nasıl olacağını merak ediyorlardı. Öğretmen, benim için elinden geleni yapacağını söyleyerek anne ve babamı ikna etmişti. Babamın öğretmene: “peki hocam!” dediğini duyar duymaz havalara uçmuş ve soluğu arkadaşlarımın yanında almıştım. Okula gideceğim için öyle çok seviniyordum ki … Artık ben de arkadaşlarım gibi yazabilecek, okuyabilecektim.

Görme engelli olmama rağmen köyümüzdeki okula kaydım yapılmıştı sonunda.

Burada çok güzel arkadaşlıklarım olmuştu. Herkesle anlaşan, herkesin sevdiği biri olarak yaşıyordum. Sosyal ilişkilerim çok iyiydi. Ne var ki yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Yüzde on civarındaki görmem sayesinde Latin alfabesini öğrenmiştim. Çok büyük yazıları okuyabiliyor, eğri büğrü de olsa büyük olmak kaydıyla yazı yazabiliyordum. Buna rağmen tahtayı ne kadar yakınında olursam olayım okuyamıyor, fişleri bir türlü göremiyordum. Oysa ben arkadaşlarım gibi okumak ve yazmak istiyordum.

Birinci sınıfın neredeyse yarısı bitmişti. Ailem ilk yılımı burada tamamlamama karar verdi. Bu arada ailem benim gidebileceğim okulları araştıracak ve bir yıl sonra benim gibi görme engelli arkadaşlarımın bulunduğu ve benim de okuyup yazmayı öğrenebileceğim bir okula gitmemi sağlayacaktı.

Birinci yıl bittiğinde görme engelliler için eğitim veren bir okula kaydımı yaptırdım.

Burada farklı bir alfabeyi, bu alfabeyle okumayı ve yazmayı öğrendim. Bu, çok farklı bir şeydi. Bu alfabe noktalardan oluşuyordu. O güne kadar hayatımda pek de yeri olmayan noktaların, benim için bu kadar önemli olabileceği hiç mi hiç aklıma gelmezdi. İlk bakışta pürüzmüş, fazlalıkmış gibi görünen şeylerin aslında kimi zaman hayati değerler taşıyabileceğini ilk olarak o zaman fark ettim. Bu noktalar sayesinde okuyup, bu noktalar sayesinde yazabilecektim. Noktalardan oluşan bu alfabenin adı Braille alfabesiydi. Okuması Latin alfabesine göre biraz yavaş, yazması da Latin alfabesinden daha güç oluyordu; ama okuyor ve yazabiliyor olmanın mutluluğunu yaşıyordum.

Yeni okulumda ilk yılım bitmişti. Başarılı bir öğrenciydim ve okuma yazmayı sökmüştüm. Köyüme döndüğümde bir iki ayda bir kere görebildiğim ailemi, akraba ve arkadaşlarımı üç ay boyunca görecek olmanın heyecanı içerisindeydim. Hepsiyle bir bir hasret giderdim. Arkadaşlarımla sabahtan akşama kadar oyun oynuyordum. Havanın kararması bile bizim evimize gitmemiz için yeterli olmuyordu. Babamın sesi ne zaman mahallenin sokaklarında yankılanırsa eve dönüşüm ancak o zaman oluyordu.

Arkadaşlarım arasında yıldızımın barışmadığı, tartıştığım sadece bir arkadaşım vardı.

Adı Bekir’di. Bekir ile anlaşamıyordum. Çünkü Ben görmüyordum. Bekir ise işitemiyor ve konuşamıyordu. Birbirimizle iletişim kurabilmek için ortak bir kanalımız yoktu. Biz de yalnızca kavga ederek arkadaşlığımızı sürdürüyorduk.

Yine günlerden bir gün arkadaşlarımla bir kum yığını üzerinde oynuyorduk. Ben avuçlarıma doldurduğum kumu bir tarafa doğru savuruyordum. Rüzgar ise benim savurduğum kumu başka yerlere savuruyordu. Meğer kum Bekir’in üzerine gidiyormuş.

Bekir anlaşılmayan sesler çıkararak bir şeyler söylüyor; gittikçe hırçınlaşıyordu; ama ben bir türlü anlamıyordum. Sonra bir şey oldu ve kafamda bir acı duydum. Yüzüme doğru sıcak bir şeylerin aktığını hissettim. Kokusundan kan olduğunu anlamıştım. Koşa koşa evime gittim. Babam beni sağlık ocağına götürdü. Başıma iki dikiş atılmıştı.

Meğer üzerine kum savurduğum Bekir çok sinirlenmiş ve yerden aldığı taşı kafama fırlatmıştı. Oysa benim, o kumların Bekir’in üzerine gittiğinden haberim bile yoktu. Bekir’e çok kızgındım. Onu bir kaşık suda boğmak istiyordum. iyileşip yine sokaklarda oynamaya başladığımda Bekir’le belki de son kavgamızı yapmıştık. Ben Bekir’in etrafımda dolaştığını anlayınca ona saldırmış ve iterek yere düşmesine neden olmuştum. Tesadüf bu ya Bekir’in kafası da bir taşa çarpmış ve yarılmıştı. Benim başımdan geçenler onun da başından geçmiş, Bekir de benim gibi birkaç hafta başında sargılarla dolaşmak zorunda kalmıştı.

Bu işin böyle olmayacağını anlamıştım. Bekir’i seviyordum aslında. Onunla anlaşmalıydım. Onunla oyun oynayabilmeliydim. Diğer arkadaşlarımla konuşabildiğim, konuşarak anlaşabildiğim için iyi geçiniyor ve oldukça az kavga ediyordum. Oysa Bekir ile öyle miydi? Bekir ile hep kavga ediyordum. çünkü konuşamıyordum onunla. Konuşamadığım için de bir türlü anlaşamıyordum.

Bir gece yatağımda dönüp dururken aklıma bir fikir geldi. Evet ya! Diye bağırdım gecenin bir vakti. Bekir de okula gidiyordu. Ben de bir yıl gören arkadaşlarımla birlikte okumuş ve Latin alfabesini öğrenmiştim. Bekir’e benim alfabemi öğretecek ve bu yolla anlaşmamızı sağlayacaktım. Bu fikir beni çok heyecanlandırmıştı. Bir an önce sabah olmalı ve Bekir ile bu fikrimi paylaşmalıydım. Artık Bekir’le de anlaşabilecektim.

Sabah uyanır uyanmaz, bana yardımcı olur düşüncesiyle bir arkadaşımı da yanıma alarak Bekir’in yanına gittik. Yerdeki kumu ıslatıp düzelttik ve ben üzerine bir çöple şunları yazdım: “Bekir, seninle anlaşmak istiyorum.” Büyük yazdığım için bir cümle yazıyor, sonra silip tekrar yazıyordum. ikinci cümle olarak: “Bunun için benim öğrendiğim alfabeyi sana öğreteceğim.” Yazdım. Bekir biraz güç anlıyordu. Çünkü onların eğitimi biraz daha zor oluyormuş. Sonunda anlamıştı. Ben, kabartma harfleri kuma küçük taşları kullanarak yazıp; bu harflerin karşılığını da Latin alfabesiyle yazarak Bekir’e anlattım. O zamanlar hayatımda ne bilgisayar vardı, ne de teknolojiye dair bir araç. Zor geçen üç beş hafta sonunda Bekir kelimeler yazabiliyordu, hem de Braille alfabesi ile.

Bekir bana bir şey söylemek istediğinde toprağa ya da kuma taş veya çöplerle bunu yazıyor. Ben de okuyarak Latin alfabesiyle ya da Braille alfabesi ile ona karşılık veriyordum. Bunlar genellikle “gel, git, hadi, tamam, hayır” gibi komutlar oluyordu. Ama bu basit komutlar bizim kavga etmemizi önlüyor ve arkadaşlığımızı günden güne sağlamlaştırıyordu. Sonunda Bekir’in ses tonundan bazı anlamlar çıkarmaya başlamıştım; ama bulmuş olduğum bu yöntemi yıllar yılı kullandık. Bir dost kazanmıştım. Görmüyordum. Bekir ise konuşamıyor ve işitemiyordu. Dosttuk. Az konuşan, az paylaşan; ama en çok birlikte olan iki dosttuk onunla. Görenlerin inanmak istemediği bir dostluktu bizimkisi. Bir körün, bir sağır ve dilsizle dostluğu pek de inandırıcı gelmiyordu insanlara. Bir köşede oturup yere bir şeyler yazarak Bekir ile konuşmamız, kısa cümlelerle de olsa dertleşmemiz insanların yadırgadığı bir şeydi.

Küçücük noktalardan oluşan bu alfabe bana hayatta gerekli olan en güzel şeylerden birini, belki de imkânsız görünmesine rağmen kazandırmıştı. Kör olan ben, sağır ve dilsiz biriyle arkadaş olmuştum. Kavga etmek ve buna göz yumarak içimizdeki sevgi tomurcuklarını günden güne yok etmek yerine mücadele etmiş ve kazanmıştık. Aklımızı kullanarak içimizde gizlenen o güzel duyguları yaşatmayı başarmıştık. O küçücük noktalar, kar taneleri gibi girmişti hayatımıza. Benim için renksiz, Bekir için sessizce hayatımıza düşüyordu bu kar taneleri. Düşen her kar tanesinin beyazlığında, ben erişilmez desenlerle bezenmiş bir gökkuşağını görüyordum; Bekir ise bu kar tanelerinin sessizliği imrendiren o sessizliğinde en nadide notaların süslediği nameleri dinliyordu adeta.

Sonra şartlar değişti ve hayatımıza teknoloji girdi. Benim ekran okuyan programlarım var artık. Birbirimizden uzakta olduğumuzda internet ortamında konuşuyoruz. Birlikte olduğumuzda ise kimi zaman bizim kendimize has o yöntemimizi kullanırız hala ve benim içimi kaplayan tatlı, güzel o hissin Bekir’in de içinde olduğunu bilirim hep.

Muhammet Mustafa BAŞYIGIT