Bir Seviye Aynası Müzik - Cinüçen TANRIKORUR

Cinüçen TANRIKORUR'un Fotoğrafı.

İnsan sevdiği ve alıştığı şeylerin bitmesine üzülür; onlar hep aynı güzellik, tazelik ve heyecanla ömrünün sonuna kadar devam etsin ister. Ömrünün sonu gelince ona da üzülür, çünkü yaşamak da-insanca bir gafletle- sevdiği, alıştığı bir şeydir. Küçük de olsa bir mânevî desteği veya eğitimi olanlarsa, bunun bir bitme değil, bir istihale olduğunu, yani yaşamanın bir farklı planda devamı olduğunu düşünüp rahatlarlar. Ama seviye biterse ne olur? İnsanın bin küsur yıl boyunca “o mâhîler” gibi bilmeden içinde yaşadığı, sevdiği, alıştığı seviye biterse ne olur? Bu nasıl, nereye doğru bir istihaledir? Seviyenin bitmesi veya durmadan düşmesi, daha alçak, hep daha alçak seviyelere, sonunda -düşülecek yer de kalmayınca- seviyesizliğe olacağına göre, bu neyin, nasıl bir devamıdır ve kimi, neye ümitlendirebilir? Kimi? Bir toplumun bozula-çürüye yok olmasını arzu edeceklerden başka?

Dünyamızın en eski medeniyetini kurmuş olan Çinlilerin ünlü bilgesi Konfüçyüs’ün mûsikîyle ilgili çok önemli bir sözü vardır:

“Bir toplumun müziği bozulmuşsa, o toplumda pek çok şeyin de bozulmuş olduğuna hükmetmek gerekir”. Müziğe verdiği önem, akla, tarihin tanıdığı bu ilk büyük ahlakçının -bizim de birçok büyük bilgemiz gibi- aynı zamanda bir müzisyen olmuş olabileceği ihtimalini getiriyor. 2500 yıl öncesine ait hayat hikâyesinde bu konuda bir kayıt yok, ama bir toplumun yükselme veya çökmesinde müziği bu kadar kesin bir ölçü kabul ettiğine bakılırsa, fiilen müzisyen olmasa bile, bu sanatın mâna ve ehemmiyetini derinden kavramış bir büyük ruh olduğundan şüphe edilmemesi gerekir. III. Selim çağı bestekârı ünlü tanburî Zeki Mehmet Ağa da, hacca gitmeden önce vedalaşmak için gittiği ve “Hacca gidiyorum, orada saza tövbe edeceğim ve bir daha çalmayacağım” dediği İstanbul kadısı müderris Arif Efendi’den, “Çal evladım, çal, böyle çaldıktan sonra Arafat’ta bile çal!” cevabını almıştı. Bu sohbetin gerek başlığından, gerekse başlar başlamaz yaptığımız nakillerden, sonunda lafı nereye getireceğimizin anlaşıldığına kani olmakla beraber, yine de, tarihimizde gerçek bir yükseliş sırrı ve bir seviye aynası olan mûsikî sanatımızın hazin macerâsı üzerine bir-iki söz söylemek istiyoruz. Hani, kıylükal kabîlinden… Zaten daha fazlasına bizim ne aklımız yeter, ne bilgimiz.

IX. yy.ın ünlü Arap yazarı El-Câhiz Fazâilü’l-etrâk’inde Türkleri şöyle anlatır: “Türkü attan ayrı düşünmek mümkün değildir; o atın her yerindedir: sırtında, karnında, kuyruğunda, yelesinde”. Bize göre mûsikî de Türkün her yerinde, her şeyindedir: sevincinde, kederinde, barışında, savaşında (bu savaşı ister cihâd-ı ekber olarak alın, ister cihâd-ı asgar). Bunu, “Türk mûsikîyle doğar, mûsikîyle yaşar, mûsikîyle ölür” vecizesiyle Sadeddin Arel de tespit etmişti. Dahası var: biz mûsikîden öldükten sonra da kopamayız: kabrimiz başında Kur’an, akşam devir hatmimiz, 7’miz, 40’ımız, 52’miz, mevlidlerimiz, kandillerimiz, zikirlerimiz, dualarımız, gülbanklarımız… Elest bezmindeki “Kün!” emr-i ilâhisinden sûr-ı İsrâfîl’e kadar.

Peki ama, niçin mûsikî? Eski mûsikîcilerimizin “ilm-i şerîf’, Tanburî Cemil’in “lisânullah” olarak tavsîf ettikleri bu sanatın kudsiyyeti neresinden geliyor acaba? Bu sorunun cevabı, bütün dillere Yunancadan geçmiş olan “mûsikî” kelimesinin kök anlamındadır:
“ta musikhe” = “musa”ların (yani “peri”lerin) konuştuğu dil. “Sesler sanatı”nın metafizik cephesini açıkça ortaya koyan bu mâna, aynı zamanda, bir insan ilmi olan matematik ve dolayısıyla nazariyâtın, mûsikîdeki bazı meseleleri çözmekte neden âciz kaldığının da izahıdır. İbadette, tabâbette, cihatta Türklerin mûsikîden neden bu kadar fazla istiâne ettiklerinin, güç aldıklarının cevabı da buradadır. Mümeyyiz vasfı esas itibariyle bir “ses mûsikîsi” oluşunda ortaya çıkan Türk mûsiksî, söze verdiği ağırlık dolayısıyla önce bir şiir mûsikîsidir. Malzemesi çoğunlukla tasavvufî mecaz ve mazmunlardan meydana gelen dîvan edebiyatının da -ifade tekniği itibariyle- önce bir dil mûsikîsi oluşu gibi.

Öyle sermestem ki idrak etmezem dünya nedür,
Men kimem, sâkî olan kimdür, mey u sahbâ nedür?
Âh ü feryâdın, Fuzûlî, incidüpdür âlemi,
Kerbelâyı aşk ile hoşnûd isen gavgâ nedür?

Bir an için manasını düşünmesek bile, bu sözler her şeyden önce mûsikî, yani “meleklerin dili” ile söylenmiş sözler değil midir? Nâbî;

Hem-sohbet-i dildâr ile mesrûr idik evvel,
Bir bahtı müsâid deyu meşhûr idik evvel…
İşkeste sifâl ile mey içsek n’ola şimdi?
Gayret-füken-i kâse-i fağfur idik evvel!

der de, şiir halinde dahi bir mûsikî şelalesi olan bu ihtişam karşısında, ltrî yerinden fırlamaz mı? Şaire, aynı güçte bir heyecan şerâresi olan Pençgâh Beste’siyle cevap vermez mi?

Duyguları ahenk ve intizam içinde (yani his ve edeb disiplini içinde) anlatmanın câzibesinden, bizzat câzibe kaynağı olan kadınlar da kendilerini kurtaramamışlardı.

Keşfet nikâbını yeri göğü münevver et!
Bu âlem-i anâsırı firdevs-i enver et!
Zeyneb ko meyli ziynet-i dünyâya zen gibi,
Merdâne var sâde-dil ol terk-i zîver et!

diyen  Zeynep’ler;

Sen var iken ey dost bana yar gerekmez!
Cevrin çekeyim, gayri vefâdâr gerekmez!
Mest-i mey-i aşk ol yürü âlemde ki Mihrî,
Pes rind-i harâbât olana âr gerekmez!

diyen Mihrî’ler;

Güller kızarır şerm ile ol gonca gülünce,
Sümbül ham olur reşk ile kâkül bükülünce.
Can vermek ise kasdın eger aşk ile Fitnat,
Hâk-ı der-i dildârdan ayrılma ölünce!

diyen Fitnat’lar;

Eyyâm-ı şebâb etti güzer bâdeyi Leylâ
Terk etmedi hâlâ;
Rindân, iledir ülfetimiz rind-i cihânız,
Biz âşık-ı cânız!

diyen Leylâ’lar;

Feryâd ki feryâdıma imdâd edecek yok!
Efsûs ki gamdan beni âzâd edecek yok!
Yârab ne içün zâr Nigâr’ı şu cihanda
Nâşâd edecek çoksa da dilşâd edecek yok?

diyen Nigar’Iar…şimdi nerdeler acaba?

“Dîvan edebiyatı” klişesiyle geçiştirdiğimiz bu dil,

H. A, Yücel tipi iki yüzlü dejenere kafaların kültür kanserine tutulup gençlerimize tanıtmaktan vazgeçtiğimiz, hatta R. Şardağ gibilerin kitaplarında açıkça aşağılamaktan dahi utanmadıkları bu dil, sevgili gençler, ne Arapçadır, ne Farsçadır, çünkü ne Arap anlar, ne Acem! Ama ta XVII. yy. ortalarına kadar o size model olarak gösterilen Batıda, akıl hastaları “şeytanla işbirliği yapmış zavallılar” olarak diri diri yakılırken, en az Selçuklular’dan beri (Amasya, Kayseri, Edirne) üniversite hastanelerinde onları kuş etleri, çiçek kokuları ve özel olarak bestelenmiş mûsikî parçalarıyla tedavi eden bir medeniyetin sembolü, bir imparatorluk ihtişamının dilidir.

XIX. yy. ortalarında Ârif ve Şevki Bey’lerle başlayıp sonraki şarkı bestekarlarıyla yavaş yavaş düşen güfte zevkini, Zekâi Dede, Tanbûri Ali Efendi, Rahmi ve S. Ziya Bey’ler yine de belli bir seviyenin üzerinde tutmaya çalıştılarsa da, Selâhaddin Pınar’la başlayan, içkili gazino müşterisine hitap eden marazî duyguların terennümünü önleyemediler. Halkının eğitimi konusunda -bu isimde bir şube müdürlüğü bulunması dışında- bir endişeyi hiçbir zaman duymamış olan TRT ise, müzikten önce dil zevkinin bozulması için olanca gayretiyle çalışıyordu. İşte size söz ve müziği Sait Ergenç imzalı, Türkiye radyolarının 80’li yıllarda M. Milli’nin sesinden sürekli olarak yayınladığı bir ibret belgesi: “Nikâhsız Aşk”.

Ne nikâh bağlar bizi, ne mahkeme ayırır,
Düşmanların şerrinden bizi Mevlâm kayırır.
Nikâhsız diyorlar, desinler,
Günahtır diyorlar, desinler,
Adam sen de, ne derlerse desinler.
Günah bizim, sevap bizim,
Varsın çatlasın eller!
Ve tabii arkasından bugünkü iğrenç tablo: Sevdiğinden “Kul oldum bir cefâkâre, cihan bağında gülfemdir” diye bahseden İbrahim Ağa’dan “Kıl oldum abi”ye düşüş!…

Bu korkunç seviye kaybı sadece radyonun, TV’nin, kasetlerin, eğlence yerlerinin müziğinde mi? Hâfız ağızlarındaki bozulmayı, hele günde 5 vakit zevksiz Arap ağzıyla okunan ezanları duymuyor musunuz? Bir millet güven ve şuurunu (yani şahsiyetini) kaybedince dindışı müziği nasıl Batı taklidi oluyorsa, dini müziği de Arap taklidi olur.

Oysa, Arab’ın müzikte bize verecek bir şeyi olsaydı, herhangi bir ülkelerinde konservatuar açacakları zaman, kurucu hocaları hep bizden isterler miydi? Kitâbu Mûsikî eş-Şarkî’ nin yazarı M. Kâmil el-Hulâyî misâli dürüst müzisyenleri gibi, kitaplarında bizden
“esâtizetune’l-etrâk” ( Üstatlarımız olan Türkler ) diye bahsederler miydi? Ama gelin görün ki, Hz. İsâ’dan hiçbir şey öğrenememiş olan Batı, Doğunun bilgisini kullanıp insanını sömürerek zengin olduktan sonra, kendi dininden olmayanları satın alıp soysuzlaştırmakta 
-el-Hak!- çok muvaffak olmuştur. Bu menfur oyunun ibret dolu belgeleri başta merhum 5. Ayverdi olmak üzere, C. Meriç, T. Süreyya Sırma ve M. Doğan’ın eserlerinde açıkça ortaya konmuştur.

Şimdi başka bir konuya geçelim. Türklerin; tarihleri boyunca ortaya koymuş olmakla övünebilecekleri ulvî güzelliklerin (tezhîbin, hattın, nakşın, ebrûnun, oymanın, halının) mimarideki taş yerine seste billurlaşmış şekli olan mûsikîleri, hangi arterlerle besleniyor, korunuyor ve yüceltiliyordu? Önce Mehterhâne: Amacı, tâ Hunlardan beri, yabancı ve ürkütücü bir müziğin üç günlük yoldan duyulan gümbürtülü sesiyle düşmanın moralini bozup savaş gücünü kırmak ve korkup kaçışan düşmanı teslim almak suretiyle harbi ortadan kaldırmak (yani kan dökümünü önlemek) olan askerî müzik okulu ve takımı.

Sonra Enderûn: Dil, din, ırk farkı gözetmeksizin imparatorluğun her tarafından gelen yüksek kabiliyetli gençleri alıp yetiştiren saray üniversitesinin mûsikî bölümü.

Sonra Mevlevîhâne: Kur’an ve Mesnevî derslerinin yanı sıra neyi, kudümü, seması, hattı, tezhîbi, ebrûsuyla insanı insan yapan bütün güzelliklerin öğretildiği, en büyük bestekârlarımızın yetiştiği, imparatorluğun en ücra köşelerine kadar yayılmış müzik ve güzel sanatlar akademileri ağı. Sonra mûsikî esnafının teşkilatlandığı loncalar ve nihayet tanınmış bestekârların evlerinde veya umumi lokallerde açıp heveslilerine parasız mûsikî dersi verdikleri hususi meşkhâneler.

Mehterhâne ile Enderûn, sarayda Nakşıdil Sultan adını almış, ama boynundaki haçı hiç çıkarmamış olan, Napolyon’un karısı Joséphine’in kuzini Fransız casusu Aimée de Rivery’nin yetiştirmesi II. Mahmud tarafından kapatıldı. Mevlevihâneler -öbür tekkelerle birlikte- 1925’te kilitlendi. 1914’te kurulan ilk resmi tiyatro ve müzik okulundaki Türk mûsikîsi eğitimi, bestekâr Giriftzen Âsım Bey’in oğlu Musa Süreyya’nın raporuyla 1926’da, Radyodaki Türk mûsikîsi yayınları ise İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın emriyle 1934’te kaldırıldı. Böylece, bütün eğitim arterlerini kendi ellerimizle kestiğimiz müzikte kaçınılmaz son başlamış oluyordu, Kendi radyosunda kendi müziğini dinleyemeyen, bir radyo almak için müzik mağazasına gittiğinde “Bana bir radyo verin, ama ne olur içinden Necip Celâl çıkmasın!” diye yalvaran Türk halkı, çaresizlikten “Savte’l-Arab mine’1-Kahire, nukaddim bernâmec mûsîka”nın, Tahran’ın,Yeni Delhi’nin hangi dalgada, kaç metreden çıktığını öğrendi. İşte Raj Kapoor’un “Âvârâmu, nâ-naranam…” ezgisiyle ilk “Arabesk”i değilse bile, ilk “Hindesk”i başlattığı müzikal, o zaman meşhur oldu. 50’Ii yılların ortalarından sonra da, bildiğiniz gibi, udî Suat Sayın vd. arabeskçilerle günümüze kadar geldi, “Kıl oldum abi”yle de tüyünü dikmiş gidiyor.

Bilindiği gibi tabiat kendi malını tahrip etmez: suyunu kirletmez, ormanını yakmaz, hayvanını öldürmez, durup dururken asırlık çınarını devirmez. Ama insan? Bitmeyen hırs, kin ve bencilliğinin esiri olan insan, elindeki ateş ve silâhla yıkar da, yakar da, öldürür de. Asırların eseri olan koskoca bir çınarı, bir irfan, bir edeb, bir nur âbidesi olan mûsikîsini – yol geçirmek bahanesiyle- Batı maymunluğu buldozerinin önünde yıkar geçer. Yol mu?. Nereye?. Nereye olacak, irfansızlığa, nursuzluğa, edepsizliğe… Hangi amaçla mı? Binlerce yıl insan olarak, sadece insan da değil, “efendi” olarak yaşamış olan insanını maymun yapmak için. Şuurunu, özendiği Batıya satmış bir maymun. O Batı ki, aslında onun bozulmadan önceki medeniyetinin hayranı, hatta taklitçisidir. Koca Beethoven, birçok eserinin başına “Türk askerî mûsikîsi tarzında çalınacak” anlamındaki “alla turca” ibaresini gururla yazarken, Mehterimizin ihtişamına biraz olsun yaklaşabilmenin ümit ve heyecanını yaşamıyor muydu? Yugoslavlar, 20 yıl önce yaptıkları “Yugoslavya’da Eski Türk Mûsikîsi” adlı plakta, “bize yıkanmayı dahi Türkler öğretti” derken, bizim unutmaya çalıştığımız bir medeniyeti hasretle anmanın yürekliliğini göstermiyorlar mıydı? Ve nihayet, merhum Turgut Özal’ın başbakanlığı sırasında, zamanın İngiliz başbakanı Thatcher’ın Türkiye’yi ziyareti münasebetiyle kendilerine bir resital vermek üzere davet edildiğimiz Ankara Devlet Konukevi’nde, misafir başbakan yemekten önce yaptığı konuşmada ilk cümle olarak, bizi derin düşüncelere daldıran fevkalade mânîdar “Biz sizin eski kültürünüze hayranız” sözünü söylerken, anlayabilecek kafalara neyi hatırlatmak istemişti acaba?…

Ankara’da oturduğum yıllarda bir gün, haberler biter bitmez radyosunun düğmesini Polis’e çeviren taksi şoförüne -sebebini çok iyi bildiğim halde-Ankara Radyosu’nu neden dinlemediğini sorduğumda, “Abi, TRT’de ne var yahu?” cevabını alınca hiç şaşırmamıştım. Arabeskin bol kemanlı, bol ritimli orkestral müziği karşısında TRT’nin, kemanın yanında kemençeyi, klarnetin yanında neyi, udun, kanunun yanında tanburu harcatan, üstelik bir de piyano koyup hepsini turşu reçeline çeviren “sesi mıymıy sazı tımtım” müziğinin tutunabilmesi zaten mümkün değildi ki… Dinlenirliğini gitgide kaybettiğini gören Radyo, kendini zorla dinletip iyi-kötü ne görse alkışlamaya hazır bir millete kendini alkışlatabilmek (böylece biraz olsun tatmin olabilmek) için, çareyi Radyo büyük stüdyolarında yapılan “özel eğlence” programlarında aradı. Sanatçılar arasındaki adı “özel işkence” olan bu dinleyicili programların gazinodan tek farkı “konsomasyonsuz” oluşu idi. 30 yıllık sanat hayatlarını 30 şarkıyla “idare eden”, sahnelerde, düğünlerde de iş yapamayan bayan ses sanatkarları, hiç olmazsa böyle bu vesileyle dekolte tuvaletlerini giyebiliyor, bol yüzüklü parmaklarını “oynamıyormuş gibi” şıkırdatarak “hep beraber” diye halka alkış tutturabiliyorlardı.

Arkadan, Anadolu turnesine çıkan 3. sınıf tiyatro kumpanyaları gibi, “şehirlerarası radyo konser turneleri” başladı (hala da devam ediyor). “Dinleyiciyle canlı, yakın diyalog” gibi cazip bir gerekçeye dayatılan bu programlar da, sadece en hafif, en ucuz gündelik şarkılarla millete göbek attırıp zaten düşük olan zevki daha da yozlaştırmakla kalmıyor, gece-gündüz demeden otobüs tepesinde kilometrelerce yol kat ettirilen ve susuz, tuvaletsiz plaj kabinlerinde yatırılan sanatkarlar için tarifsiz bir işkence oluyordu. Ama ne yapsın bîçareler, “ne istersek, ne zaman istersek yapacaksınız” diyen TRT sözleşmesini imzalamışlardı bir kere!… “Vîrân olası hanede” de “evlâd ü iyâl var”dı!… O da yetmedi sıcak, yakın diyaloga, bu defa da son olarak “şehir içi akşam çayı konserleri”ni icat ettiler. Bir dinleyici evine gidip çalıp söylemek üzere Radyodan birkaç sazla bir solist görevlendiriliyor, ev sahipleri de tef, darbukalarını hazırlayıp zilleri takıp bekliyorlar, çalgıcılar gelsin de bir güzel kurtlarımızı dökelim diye. Sonra bu radyo programı olarak yayınlanıyor. Siz böyle bir zilleti dünyanın hangi ülkesinde gördünüz, a TRT’ciler? Uganda veya Zambiya’da bile, bir devlet kurumunun sanatçısı, dinleyiciyi gider de evinde eğlendirir mi?!… Bakalım daha neler göreceğiz. Belki bir süre sonra, Sulukule ekipleri çeribaşısını TRT Yüksek Kurulu’na “Türk müziği baş danışmanı” tayin ederler!…

Bizim evde TV, haberlerden sonra hemen kapatılır. Bunun dışında ayda yılda bir, “Filan kanalı hemen aç, senin parçanı çalıyorlar” diyen eş-dostun telefonuyla -tabiî çalınanın yarısı kaçırılmış olarak- açılır. İnsanların eğlence niyetine bu kadar iğrenç şeylerden mecburen zevk alır hale getirildiği, bilgi, kültür, edeb ve eğlence kavramlarının bu kadar soysuzlaştırıldığı bir ülkede yaşamaktan ben şahsen utanır oldum. Atalarım “deliye her gün bayram” demişler. Ben o deliyi de bugün mumla arıyorum. Sizler bu duyguya kapılmıyor musunuz? Peki ne olacak bu gidişin sonu? Uyanıp maymun soytarılığından, yeniden insan vakar ve haysiyetine dönmemiz için -mutlaka- ülkede bir tek insan bırakmayacak korkunç bir deprem veya bir nükleer harp mi lazım?

Sizlere -dinlettiğim bir-iki müzik örneği dışında- hiç de iç açıcı olmayan şeyler söylediğimin farkındayım. Ama, bize lutfettiği “güç” redîfli gazelinde “Dembedem âfâkımı sardı zalâm-ı hasretin /Kalbi zulmetler içinde neş’eyâb etmek de güç” diyen -1971’de Bağdat’tayken tanıdığım- merhum şair Aziz Sami Bey gibi, insanın kalbi ağlarken dili gülemiyor. Şiirdeki “hasret” sözü bir sevgili için söylenmiş olabilir; ama bizim sizlerle ortak hasretimiz “sevgili”ye değil, “seviye”ye… Sevgili Tahralı’mız, bir yudum dostluk iksîri olmak üzere lutfedip ameliyata gittiğim Amerika’ya gönderdiği, benim de vatan hasretini bir nebze dindirir ümidiyle bestelediğim “Cânân Ateşi” şiirinde, “Olsa Mûsâ gibi bir er, tutuşur parlardı/Yine vâdî-i mukaddesteki rahman ateşi” diyordu. İşte biz de, insanımızı fikren bitki hayatına sokan Tanzimat’a kadarki tarihimizin her alanda dopdolu olduğu o Mûsâ’ların hasreti içindeyiz.

Kubbealtı Akademisi ‘nce düzenlenen “Toplumlarda Yükselişin Sırları” başlıklı konferanslar dizisi içinde, 07. 0l. 1994 günü yapılan konuşma.