Çalışma Yaşamı Günlüğümden - Şule SEPİN

Görme engelli bireyler olarak yaşamımızın tüm alanlarında mücadele etmemiz gereken konuların ne kadar fazla olduğunu yaşayarak tecrübe ediyoruz. Aslında engelli olmayan insanların yaşamlarının da mücadele anlamında bizden farkı yok. Ama bizim daha yoğun zorluklar yaşadığımız da bir gerçek.

İşte yaşadığımız zorluklardan biri de iş bulmak. Ailelerimizi ikna ettikten sonra eğitim sürecini tamamlıyoruz. Ancak okul bitirmek, meslek sahibi olmakla iş bitmiyor. İş bulana kadar sınavlara girip çıkıyoruz, torpil arıyoruz, yeri geliyor eylem yapıyoruz. Geçte olsa bir işe kavuşabiliyoruz. Ama asıl çalışma yaşamına atılınca, mücadele başlıyor. Çalışan olarak beklentilerimiz, kişilik özelliklerimiz, işe yatkın olup olmayışımız, iş arkadaşları ve yöneticilerin bizi kabullenmeleri gibi çeşitli süreçler; mücadele etmek için bizleri bekliyor.

Üniversite yıllarında tek hayalim, okulu bitirip bir an evvel mesleğimi yapmaktı. Başarılı bir öğrenciydim. Üstelik psikolojiyi de isteyerek seçmiştim. Ancak son sınıftayken hayallerimin pembeden başka bir renge izin vermediğini ve gerçeklerden ne kadar uzak olduğunu fark etmeye başladım. Öğrenciyken burslarla yaşamı sürdürmek vardı. Ya okul bitince ne olacaktı? Para kazanmak gerekiyordu. O yıllarda yüksek okul mezunu olmak, bu günkü koşulların tersine bir dezavantajdı. İş aramak için kurumlara gittiğimizde kapılar yüzümüze kapanıyordu. Gerekçe de şuydu: “sizin için sınav açacağız.” Ne zaman sınav açılacağı hiç belli değildi.

Bu gerçekleri yavaş yavaş kabul etmeye çalışan ben, o zamanki adıyla İş ve İşçi Bulma Kurumuna kayıt oldum. İlki özel, 2.’si yarı resmi yarı özel olmak üzere iki kuruma başvurdum. İlkine kabul edilmedim. 2. kurumun eleman alma süreci oldukça uzun bir zaman almıştı. Bu arada Ben üniversiteyi bitirmiştim. Bu, işe girmek açısından kötü bir haberdi. Lise mezunu alıyorlardı. Bunu onlardan gizlemem gerekiyordu. Torpiller adeta havada uçuşuyordu. Kendini ifade etmek, çalışkan olmak, bunların hiç birinin önemi yoktu. Personel Daire Başkanı bana torpilimin diğerlerine göre zayıf olduğunu söyleyince, başımdan kaynar sular dökülmüştü. En büyük umut, karanlık ve umutsuzluğun olduğu yerden çıkarmış. Benim de tüm umutlarım tükenmişti. Personel Daire Başkanıyla görüştüğüm gün, Tam binadan çıkıyordum ki, yanımda kelli felli bir beyefendi belirdi. Yüzüm sapsarı olmuştu. Çünkü ilk bebeğime hamileydim. Kendimi öylesine kötü hissediyordum ki, bir günlük kalan yemek paramı taksiye binmeye verecek kadar gözüm bir şeyi görmüyordu. Beyefendi, “sana ne oldu? Yüzün çok kötü görünüyor?” diye sordu. Taksi çağırmasını rica ettim. Taksi gelene kadar da neden işe alınmadığımı anlatmayı da ihmal etmemiştim. Taksi gelince, binmem için bana yardım etti. Ayakta duracak halde değildim çünkü. Taksi ücretini ödemek isteyince kesin bir ifadeyle karşı çıktım. Bana o kurumda yönetim kurulu üyesi olduğunu ve benim için gerekeni yapacağını söyleyerek ayrıldı. O an içimde küçükte olsa bir ümit ışığı yanmıştı. Genel müdürle görüşmeye karar vermiştim. Ben yönetim kurulu üyesiyle karşılaştığım olayı çevremdekilere anlattığımda, “bir şey yapmana gerek yok. Sen kendini işe girdi say.” deseler de, genel müdürle görüşmeyi kafama koymuştum bir kere. Ertesi gün kendimi biraz toparladıktan sonra genel müdürün sekreterlerinin yanında buldum kendimi. Kendine güvenen bir ses ve görünümle konuştum onlarla. Genel Müdür okuyan kızlara çok özel bir değer verirmiş. Durumu anlatınca, içeri girmemi istedi. İçeri girince bir de ne göreyim? Bir gün önce karşılaştığım kişi beni görünce aynen şunları söyledi: “işte size anlattığım kişi buydu.” Genel Müdür beni sanki daha önce tanıyormuş gibi bana çok yakın davrandı. Kendisine; öğrenci olduğumu, iki hafta sonra okulu bitireceğimi, ancak çalışmam gerektiğini ve bu işi çok istediğimi anlattım. Personel Daire Başkanını çağırdı ve “bu hanımefendiyi alıyorsun işe.” deyince: Genel Müdürün karşısında iki büklüm olan başkan, “emredersiniz efendim.” Dedi. Ben yaşadıklarımın bir rüya olduğunu düşünmeye başladım. İki hafta sonra işe kabul edildiğimi yazan bir mektup aldım. Mesleğimi yapmam, yine hayallerde kalmıştı.

Santralde çalışmaya başladım. Orada çalışan tek görmeyen ben değildim. Görmeyen arkadaşlardan biri, görme engelini her konuda kullanıyor, işe gelmediği zaman da yolların bozuk olduğu, kendisini getirecek kişinin olmadığı gibi çeşitli bahaneler uyduruyordu. İş yerinin servisi yoktu. Ben karnım burnumda iki otobüsle işe gidiyor ve sabah saat yedide olmam gerektiği günlerde bile işte oluyordum.

Bu tutarlı davranışlarım yöneticilerin dikkatini çekmiş olmalı ki, arkadaşı çağırıp uyarmışlar. Benim hamile olduğum halde bile hiçbir mazeret ileri sürmeden işe zamanında gelip gittiğimi söylemişler. Ben görme engelli biri olarak iyi örnek olmayı başarmıştım. Ama arkadaşımla aramız açılmıştı. Bana kurumun yüz karası olduğumu söyleyecek kadar işi hakaretlere vardırdı. Mesai arkadaşlarım hiç aldırmamamı ve doğru olanın benim yaptığımın olduğunu söylediler. O güne dek ona inandıkları için kendilerini iyi hissetmediklerini anlattılar.

Mesleğimi yapamadığıma çok üzülüyordum. Fakat hayal kurmaktan da geri kalmıyordum. Santralde çalışmayı hiç sevmiyordum. Ama üzerime düşen sorumlulukları da elimden geldiğince yerine getirmeye çalışıyordum. Santralde çalışanları küçümseyenler olduğu gibi çok görgülü ve saygılı insanlar da vardı. Bana kaba davranan, kendini bilmeyen bir memur olunca, amirim ben ona anlatmadan bunu fark eder ve o kişiyi arar gereğini yapardı.

Çalışmalarımın karşılığını fazlasıyla aldım. Mesleğimi yapamadığıma onlar da çok üzülüyorlardı. Ancak ellerinden bir şey gelmiyordu. Çünkü mesleğimle ilgili bir birim orada yoktu. Beni çağırıp, “senin için ne yapabiliriz? Uzman kadrosu versek, sen boş oturup çok para almaktan da rahatsız olacaksın. Mesleğini yapabilmen için bir birimin açılması mümkün olabilir de, olmayabilir de. Bunun için ne kadar bekleyeceğini bilmiyoruz.” dediler. Ben bu tutumlarına çok memnun oluyordum. Sonra yüksek okul mezunlarına ek bir derece vererek beni ödüllendirdiler. Bundan diğer yüksek okul mezunu olup ta benim gibi çalışan tüm arkadaşlar yararlandı.

Bir gün başka bir bölümde çalışan bir idareci beni çağırdı. “senin birikimli bir psikolog olduğun ifadelerinden anlaşılıyor. Bize iş doyumuyla ilgili bir grup çalışması yapar mısın? Bu bizi ve seni çok mutlu eder. Kabul edersen, ben amirinden izin alırım.” dedi. Bu öneriye çok mutlu olmuş ve aynı zamanda çok ta şaşırmıştım. Kabul ettim. Ama çok tedirgin ve kaygılıydım. O zamana kadar mesleğimle ilgili hiç pratik bir uygulama yapmamıştım. Aynı yerde ve aynı sorunla ilgili bir grup yapmak çok zor olmalıydı. Haftada bir kez, iki saat olmak üzere 8 oturumdan oluşan bir grup yaptık. Kaygılarımda haklı çıkmıştım. Yine de engellilik ve mesleki açıdan iyi bir deneyim olmuştu. Bunlar da başka meyveler verecekti sonunda. Ama ben bunlardan haberdar değildim.

Bebeğim doğduğunda, senelik iznim bile yoktu daha. Rapor almayı da beceremedim. Bebeğim 42 günlükken işe başladım. İşe gelene kadar ağlıyor fakat içinde bulunduğum bu durumu onlara hiç belli etmeden çalışıyordum. Amirim benimle sohbet etmek için çağırdı. Bana bebek sütten kesilene kadar yarım gün gelmemi söyledi. Mesai arkadaşlarım idare etmeyi kabul ederlerse, işe haftada bir gün, hatta hiç gelmememi de ifade etti. İşe hiç gelmemek olmazdı. Bunu söyleyince de, “biz senin nasıl çalıştığını biliyoruz. Sana lütufta bulunduğumu zannetme. Ben bunu üst yöneticilerimle paylaştıktan sonra sana izin veriyorum.” dedi. Ben iki yıl yarım gün işe geldim. Arkadaşlarım daha fazlasını kabul etmemişlerdi. Evim çok uzakta olduğu için ancak öğleden sonra evde olabiliyordum.

Beş yıl çalıştığım bu kurumdan ayrılmam gerekiyordu. Çünkü ilk kez mesleğimle ilgili bir sınav açılmıştı. Hayallerime koşmanın tam zamanıydı. Çok iyi para alıyordum. İş yerimin servisi olmuştu ve santral çalışanları resmi olarak yarım gün çalışmaya başlamışlardı. Parayla hiç mutlu olamamıştım. Ama diğer iş olanakları, dernek faaliyetlerini yürütmek için bulunmaz fırsatlardı. Ben mesleğimi tercih ettim.

Ayrılacağımı öğrenen amirlerim çok üzüldüler ve benim adıma mutlu oldular. İşe başlarken yaptığım gibi ayrılırken de genel müdürlükle görüşmeyi kafama koymuştum. Onlardan görme engelli arkadaşlarım adına bir talepte bulunacaktım. Çalışan olduğum için bu makama ulaşmam çok kolaydı. Genel Müdür Yardımcısıyla görüştüm. İşten ayrılacağımı ve yerime bir görme engelli arkadaşımın alınmasını istediğimi ve bir arkadaşı da önerebileceğimi anlattım. “eğer senin gibiyse alırız.” dedi. Ben de, “çalışanlarınızın hepsi bir mi? Görmeyenlerin de hepsi aynı değildir. Yine de iyi bir seçim yapmayı denerim.” dedim. Tam teşekkür ederek kalkmak için izin isteyecektim ki, “arkadaşını yerine alırız. Bu kolay. Başka istediğin bir şey daha olmalıydı; sen söylemedin madem, ben teklif edeyim. Sana kapımız arkadaşını alsak ta her zaman açık. Umarım pişman olmazsın. Bize kalsa gitmeni istemezdik. Ama sen mesleğini tercih ettin. Buna saygı duyarım. Ancak seni atıldı gösterelim de bari ihbar tazminatını al.” dedi. Ben çok şaşırdım. Atıldı görünmek gerçek olmasa bile yine de kötüydü benim için. Böyle bir talebi aklımın ucundan bile geçirmediğimi, tek isteğimin arkadaşımı almaları olduğunu söyleyerek odadan çıktım.

İhbar tazminatımı ödediler. Arkadaşımı da yerime aldılar. Hatta benden sonra başka mesleklerden arkadaşlar da; avukat, santral memuru gibi, bu kuruma girdiler. Kurumdakileri daha önceden hiç tanımıyordum. Onlar çok duyarlı insanlardı. Ben de kendim olarak çalışmanın yanında, iyi bir görme engelli çalışan örneği olmuştum. Bunlar her zaman yeterli olmayabiliyor. Çok çaba sarf ettiğimiz halde, işveren bizi kabullenmek istemiyor. Tersine olumsuz bir örnek gördükleri zaman, başka bir engelli arkadaşı almak istemiyorlar. Oysa aynı ailenin çocukları olan ikiz kardeşlerin bile, aynı çevrede yaşadıkları halde ne kadar farklı olduklarını herkes biliyor. Bu olgunun bilimsel açıklaması olduğu gibi deneyimlerle de sabit. Demek ki bilmek yetmiyor. Bildiklerimizi içselleştirmemiz de gerekiyor. Engelliler olarak bize düşen görevse, bu gerçekleri kabul ettirmeye çalışmak olmalı.

Bunları anlatmamdaki amaç, kendim övmek değil, çalışma yaşamımızın görme engelli bireyler olarak bize dayattığı zorlukları ve bu zorlukların nasıl üstesinden gelindiğini örnekleyerek anlatmaktı.

Yalnızca iş yerinde değil, misafir ağırlamadan tutun da sokaktaki davranışlarımıza kadar kendimizi bir birey olarak göstermenin yanında, bir de iyi bir görme engelli örneği olarak göstermek son derece ağır bir yük. Bu yükü her zaman taşıyabiliyor muyuz, ya da taşımalı mıyız? Bu da ayrı bir tartışma konusu.