Bağıra Çağıra Gelen Felaket - Av. Turhan İÇLİ

SAKATLANAN SOSYAL DEVLET

 Körler Federasyonu, yıllardan beri sakatlığa yol açan nedenleri sayarken savaşlara, açlık ve beslenme yetersizliklerine, eğitimsizliğe, trafik ve iş kazalarına, teröre bir de deprem, toprak kayması ve su baskını gibi doğal görünen ama sonuçları itibariyle toplumsal olan afetleri ekliyor. Bu afetlerin sonuçları itibariyle toplumsal olduğuna döne döne vurgu yapıyor. Son Marmara depremi bu saptamanın ne denli doğru olduğunu gösteren bir laboratuar işlevini gördü. Keşke görmeseydi ve keşke bizim saptamalarımız sadece bir iddia olarak kalabilseydi. Ama olmadı. 16 Ağustosu 17 Ağustosa bağlayan gece yarısı saat 0.3 dolaylarında son yüzyılın en şiddetli depremi Marmara bölgemizi vurdu. Bugünkü rakamlara göre, 20 bine yakın ölü, 50 bin dolayında yaralı var. “Bu deprem, bazı gerçekleri bize öğretti” demeyi çok isterdim. Ama bu Türkiye’de ilk deprem değil. 1939 yılında 33 bin insanımızın telef olmasına yol açan bir Erzincan depremi yaşadık. O da bazı gerçekleri öğretmiş olmalıydı bize. Daha sonra Varto, Adana, Hendek, Bolu-Gerede, Erzurum, Lice, Gediz vb. gibi depremler yaşandı. Bunlar da bazı gerçekleri öğretti bize. Ama hepsini unuttuk. O yüzden son deprem bize bazı gerçekleri yeniden anımsattı demek çok daha doğru olacak.

Çağdaş bilim ve teknoloji sayesinde yeryüzünün deprem haritası tüm ayrıntılarıyla biliniyor artık. Ülkemiz de önemli bir deprem bölgesi. Nüfusumuzun %43’ü birinci derece, %28’i ikinci derece deprem kuşağında yaşıyor. Yani nüfusumuzun 3’te 2’den fazlası tahripkar deprem riskiyle yüz yüze bulunuyor. Birinci gerçeğimiz bu.

Marmara depremi bir sürpriz miydi? Hayır! Çünkü dünyanın en önemli deprem kuşaklarından biri olan Kuzey Anadolu fay hattı İzmir dolaylarından başlayıp Karadeniz kıyılarımıza paralel olarak uzandıktan sonra Güneydoğu’ya doğru çatal yapıp tüm ülkeyi tehdit ediyor. Bu fay hattı üzerinde pek çok yerleşim birimi yer alıyor. Uzmanlar son yüzyıl içerisinde bu fay hattında büyük bir sükunet olduğunu, bunun hayra alamet olmadığını, bir gün mutlaka şiddetli bir depremle doğanın oyununu oynayacağını yıllardan beri belirte duruyorlar. En son iki yıl önce Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü Öğretim Görevlisi Prof.Dr.Mustafa Erdik, İstanbul için bir deprem senaryosu hazırlamış ve bunu 400 kişinin katıldığı bir konferansta kamuoyuna duyurmuştu. Prof.Dr. Erdik, bölgede 7.4 şiddetinde bir deprem bekliyordu. Bugünkü deprem sayın Erdik’in öngörülerine son derece yakın olarak gerçekleşti. Yine bir kaç ay önce Kanadalı bilim adamı Karl Bucktought, Saroz körfezinde 1999 yılının 10 Temmuzunda  6 şiddetinde bir deprem olacağını haber vermişti. Medya kıyameti kopardı. Bay Bucktought’un ne Türk düşmanlığı, ne de turizmi baltalama niyeti kaldı. Bu adam bir şarlatandı. Tabii bay Bucktought’un depreme gün vermesi, iddiasını biraz magazinel hale getiriyordu. Ama yetkililerin kafa yormasını da teşvik edebilirdi. Bucktought’un iddiasına yanıt olarak Saroz halkı, 10-16 Ağustos tarihleri arasını Zelzele Festivali olarak ilan etti. Festivalin bittiği günün gecesi doğa nazire yapar gibi oyununu oynadı. Bu yüzden deprem, sürpriz olmadı diyorum. Bağıra çağıra geliyorum diyerek geldi. İkinci gerçek budur.

Türkiye’nin önemli bir deprem kuşağı üzerinde ve birinci derecede riskli bir bölgede bulunduğunu bilen ve uzmanlarca zaman zaman uyarılan yöneticilerin nasıl davranması gerekir? Hiç kuşku yok ki, öncelikle riskli bölgelerden başlamak üzere deprem kuşağı üzerinde bulunan bütün yerleşim merkezlerindeki kent planlarını ve yapılaşmaları masaya yatırmaları gerekir. Bu planları, deprem riskini azaltma perspektifiyle yeni baştan gözden geçirmeleri, gerekli görülen düzeltmeleri yapmaları ve yurttaşların depreme elverişli konutlar yapabilmeleri için onlara gerek maddi gerekse bilgi yardımında bulunmaları gerekir. Aslında birinci derecede deprem bölgesinde bulunan ülke devletlerinin ulusal bir deprem politikasına sahip olmaları, depremin yıkıcı etkilerinin en aza indirilebilmesi için büyük kamusal konut projeleri oluşturmaları, yurttaşları deprem konusunda eğitmeleri ve örgütlemeleri zorunludur. Çünkü deprem, yurttaşların tek tek baş edebilecekleri bir doğa olayı değildir. Kamusal planları, projeleri ve destekleri gerektirmektedir.

1961’den beri Anayasamızın ikinci maddesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir sosyal devlet olduğunu vurgulamaktadır. 1930 yılından beri Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hükümetleri arada kesintiler olsa da planlı kalkınmayı ve 5 yıllık plan geleneğini benimsemişlerdir. 1961 Anayasası’nda Devlet Planlama Teşkilatı anayasal bir kuruluş olarak yer almıştır.  Sosyal devletin, yurttaşlarının başta can ve mal güvenliğinin sağlanması gelmek üzere sağlık, eğitim, barınma, istihdam, sosyal güvenlik ve sosyal refah gibi temel gereksinmelerini karşılayan bir devlet olduğunu belirtmemize gerek bile yoktur. Sosyal devlet, kaynaklarının büyük bir çoğunluğunu bu amaçları gerçekleştirmek için harcamak zorundadır. Ama görüyoruz ki, dünyada esen liberal rüzgarlara koşut olarak 1980 yılından beri serbest piyasa ekonomisi fetişleştirilmeye; sosyal devlet anlayışı ve uygulaması zayıflatılmaya başlanmıştır. Sosyal fonlar, sürekli olarak kırpılmakta; sağlığa, eğitime, konuta, istihdama ve sosyal güvenliğe ayrılan paylar sistemli olarak azaltılmaktadır. Devletin küçültülmesi bahanesinin arkasına saklanılarak tüm kamusal kaynaklar büyük sermaye gruplarına peşkeş çekilmekte; özelleştirmeler yoluyla kamu kurum ve kuruluşları Yağma Hasan’ın böreği gibi dağıtılmaktadır.  Ekonomi, sınai yatırımlarına değil, spekülatif kazanca ve ranta endekslenmiş bulunmaktadır. Böylece sosyal devletin içi boşaltılmış ve en ufak bir sarsıntıda çökecek hale getirilmiştir. İşte son depremle birlikte çöken, yollarımız, köprülerimiz ve konutlarımızın yanı sıra ve esas olarak sosyal devlet anlayış ve uygulamasıdır. Üçüncü gerçeğimiz de budur.

İstatistikler, depremlerde bir can kaybına karşılık iki sakatlığın meydana geldiğini gösteriyor. Kuşkusuz bu, ortalama bir rakamdır. Ama genel bir fikir vermek için yeterlidir. 20.yüzyılın başından bugüne kadar ülkemizde meydana gelen depremlerde (son deprem dahil) 90 bine yakın yurttaşımız ölmüştür. Bu demektir ki, yaklaşık 180-200 bin yurttaşımız da sakat kalmıştır. Buna göre, son depremde sakat kalma riskiyle karşı karşıya bulunan insan sayımız 40-50 bin dolayındadır. Tabii ki biz bunun çok daha alt düzeylerde gerçekleşmesini diliyoruz. Ama ne yapalım ki istatistikler böyle söylüyor. Ölen ve sakatlanma riskiyle karşı karşıya bulunan on binlerce insanımız doğal değil, toplumsal bir felaketin kurbanlarıdırlar. Yukarıda belirttiğimiz önlemler, sistemli olarak tüm hükümetler döneminde alınmış olsaydı yani devlet, sosyal devlet olma karakterini her geçen gün biraz daha yitirmeseydi, sonuç böyle olmayacaktı. Daha az insanımız ölecek; daha az insanımız sakatlanacak ve daha az tahribat meydana gelecekti. Örnek mi istiyorsunuz? Bizim Kuzey Anadolu fay hattının bir benzeri Kuzey Amerika’da bulunuyor. Batıdan doğuya doğru uzanan bu fay hattının adı San Andreas. Bizim Kuzey Anadolu fay hattının ikizi sayılıyor. San Fransisco kenti bu hattın üzerinde yer alıyor. Yani kentin altında bir saatli bomba var. 1906 yılında bu bomba patlamış, 7.4 şiddetinde. Ama sadece 700 kişi ölmüş. Bizim 17 Ağustos depremi de 7.4 şiddetinde. Ama on binlerce insan yaşamını yitirdi.

6 Kasım 1998 tarihinde Körler Federasyonu’nun GAP’ın yüreği durumundaki Şanlıurfa’da “özürlüye ya iş ya da tazminat” sloganıyla başlattığı mücadeleyi duymayanımız kalmadı. 18 Nisan seçimleriydi, APO davasıydı derken söz konusu mücadele, bir hayli gölgelenmişti. Marmara depremiyle on binlerce insanımızın sakat kalacağının anlaşılması, bu mücadeleyi yeniden güncelleştirdi ve daha da ivedi hale getirdi. Gerek yıllardan beri süregelen ağır ihmalinin, gerekse yine benzer nedenlerden ortaya çıkan son deprem felaketinin sonucu olarak sayıları milyonları bulmuş olan sakatlar karşısında sosyal devlet olmanın gerektirdiği yükümlülükleri anımsaması gereken devletimizin önünde sakatları üretken hale getirip onuruyla yaşayabileceği bir işe kavuşturması; henüz bunu yapamıyorsa öncelikle ve ivedilikle 2022 sayılı yasada öngördüğümüz değişiklikleri yaparak iş bulamadığı sakat insanlarımıza asgari geçim standardı üzerinden aylık tazminat ödemesi görevi durmaktadır. Devlet, bu görevini yerine getirerek depremin yaralarını gerçek anlamda sarmaya ve yeniden sosyal devlet kimliğini kazanmaya başlayabilir.