Sosyal Hizmetlerde Psikolog Olmak - Şule SEPİN

Örgütlü olmak, yaşamımızın her alanında işimizi kolaylaştıran bir işleve sahiptir. Ancak biz bunun yeterince farkında olamıyoruz. Bir kişi üye olduğu bir örgütten yardım istediği zaman, destek alıyor ve bu destek sonucunda bir kazanım elde ediyorsa, bu birey örgütü sahiplenebiliyor. Tersine olumsuz bir sonuç çıkarsa, karamsarlığa kapılıp, “örgüt ne işe yarıyor ki?” diyerek örgütün faaliyetlerine katılmayabiliyor, ya da örgütten ayrılabiliyor. Oysa istenilen bir hedefe ulaşmak çok zaman alıyor. Kişisel çabaların sonucunda elde edilen kazanımlar daha çok şansa bağlı olurken, örgütün verdiği mücadele özünde sabırlı, direngen ve üretken olmaya dayanıyor.

Çalışma yaşamında da örgüt olarak mücadele etmenin olumlu sonuçlarını görebiliyoruz. Ancak bu sonuçları kişilere değil, örgüte mal etmek gerekir. Üniversiteyi bitirir bitirmez, özürlülerle ilgili daire başkanlığı bulunan sosyal Hizmetlerin kapısını çalmıştım. O dönemin daire Başkanı bana: “burası senin babanın ocağı mı? Bu dertlerden banane. Git bunları başkalarına anlat. Özürlüler için sınav açılırsa başvurursun.” Demişti. Kulaklarıma inanamamıştım. Yüzüme kapanan bu kapıyı aralamanın başka yolları olmalıydı.

Aradan beş yıl geçti ve özürlülere yönelik özel bir sınav açılmadı. 1992 yılında Altınokta olarak yeniden bu kurumla görüşmelere başladık. O zaman zihniyet biraz değişmişti. Bize sözde kibar davranıyorlardı. “size saygı duyuyoruz. Kendinizi ne kadar iyi geliştirmişsiniz.” Gibilerinden sözler. Ancak özünde yine ayrımcı uygulamalar vardı. “sizi işe alsak tepelere nasıl tırmanacaksınız? Dağ başına nasıl gideceksiniz.” deniliyordu. Görüşmeler istediğimiz sonucu vermeyince, Sosyal Hizmetleri işgal ettik ve direnerek bize mesleklere ilişkin özel sınav açılması konusunda Genel Müdürü ikna ettik. Bir sosyal hizmet uzmanı ve bir psikolog alınacaktı. Bizlerden başvuran bir sosyal hizmet uzmanı ve 3 psikolog vardı. Uzmanın girmesi tek olduğu için kesindi. Psikologlar arasından seçim yapılacaktı. Yazılı sınavda bir arkadaşımız benden daha yüksek not almıştı. Ancak sözlü yapılan sınav sonucunda ben işe kabul edilmiştim. Bu durum o zamanki muhalefet içerisinde ciddi bir sıkıntı yarattı. Onların anlayışına göre, ben çalışıyordum ve hiç işi olmayan arkadaşımın hakkını yiyordum. Sözlüde çalışıp çalışmadığımı sormadıkları için ben de bu konuda bilgi vermemiştim. Kısacası torpille benim işe kabul edildiğimi iddia ettiler. Hatta bu konuyla ilgili bir de özel olarak genel üye toplantısı yapılmıştı. “biz bu eylemi Şule için mi yaptık.” diyenler olmuştu.

Bu olayları olgunlukla karşılamak gerekir. Bunlar duruma göre gelişen geçici kişisel tepkilerdir. Bu tepkiler karşısında kişi olarak karşı tepkiler vermekte oldukça doğal. Örneğin bu tepkiler karşısında ben de duygusallığa kapılıp çok üzülmüştüm. Çünkü başka bir kurumda çalışırken, mesleğimi yapmak istemiştim. Sınavı kazanamayan arkadaşım da işsizdi. O arkadaş iş bulana kadar da suçluluk duygularım içimi kemirmişti. Çevremden gelen baskıların altında da eziliyordum. Fedakârlık etmem gerektiğini söylüyorlardı.

Bu duruma örgüt açısından baktığımızda, ilk kez eylem yapılarak kuruma bir meslek elemanı girmişti. Biz iyi bir örnek olabilirsek, daha da olumlu gelişmeler olacaktı. Gerçekten de, süreç bu şekilde gelişti. Bizden sonra vasıflı ve vasıfsız birçok engelli arkadaş bu kurumda çalıştırıldı.

İlk iş yerim, Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğüydü. Ancak iki ay çalışabildim. Çünkü o zamanlar bilgisayarı kullanamıyorduk. Sürekli okunması ve karşılığında cevap yazılması gereken evraklar geliyordu. Bir memur istemeyi de uygun görmüyordum. Şimdi bu tutumun yanlış olduğunu düşünüyorum. En yakın bir yere giderken nasıl resmi olarak araba talep ediliyorsa, iş yapabilmek için bir memur istenebilir. Aslında çalıştığım yer daha çok sosyal hizmet uzmanının aktif çalışacağı bir birimdi. Huzur evine başvuranların sosyal incelemeleri yapılıyordu. Sonunda ben dayanamayıp İl Müdürünün kapısını çaldım. Daha etkin çalışabileceğim bir kuruluşa gitmek istediğimi söyledim. Tainim çıkana kadar, kendimi daha iyi hissetmem için, evrakların çoğunu müdür benim adıma sevk etti. Ama işi yine oda arkadaşım yapıyor ve kendimi rahat hissetmemi, istediğim gibi gezebileceğimi söylüyordu.

Tainim çıkar çıkmaz Karlı bir günde Sincan Çocuk Yuvasına geldim müdüre hanımın odasına girerken görmeyen birini istemeyeceği endişesini taşıdığım için korka korka odaya girdim. Beni çok iyi karşıladı. Çalışma arkadaşlarım da o kadar yoğun ilgi göstermişlerdi ki, ilgilerinden sıkılmıştım bile. Ancak çalışma koşulları ve çocuklarla ilgili arkadaşlarımla birlikte bazı taleplerimiz idarecinin işine gelmeyince, o zaman anladım hanyayı konyayı. Önceden dışarıdan gelen ilgililere, “bu benim için on görene bedel.” Diyen müdürüm, beni koşulları bir görmeyen için en zor olan bir çocuk grubunun sorumluluğuna veriyor ve arkadaşlarımı da bana yardımcı olmaları halinde, onlar için gerekeni yapacağını söyleyerek tehdit ediyordu. Önceki çalıştığım gruptaki çocuklar bana alışmışlardı. Onlar için en kötü olay, grup sorumlularının değişmesidir. Sanki ailelerinin değişmesi gibi ciddi bir özgüven eksikliğine neden olur. Çocuklar onları neden bıraktığımı bana soruyorlardı. Ben de müdüre annelerinin hakkında kötü düşünmemeleri için bana karşı özel bir tavır olduğunu anlatmıyordum. Ama onlar çok iyi anlıyorlardı ve görmemeyi yetişkinlerden daha çabuk ve iyi kavrıyorlardı.

Yeni grubumda ilkokula başlayan 7–8 çocuk vardı. Diğer grup arkadaşlarım da sürgün gelmişlerdi ve onlara da kendimi anlatmam gerekiyordu. Altını ıslatma, aşırı hareketlilik gibi ağır sorunları olan çocuklar da grubuma verilmeye başlandı. Oysa bu tür durumlarda bu çocuklar, denge kurmak açısından farklı gruplara verilirlerdi. Birkaç özürlü çocuğu da grubuma verdi. Önce yeni gelen arkadaşları motive etmekle başladım işe. Belli aşamadan sonra çocukların okuma-yazma öğrenmelerine de katkıda bulunmaya başlamıştım. Öğretmenleriyle sık sık görüşüyordum. Sorunlu çocuklara da olumsuz çocukluk yaşantılarım ve mesleğimin gereği olarak çok özel bir ilgi duyduğum için bu bana ödül olmuştu. Özürlü kardeşlerini öylesine güzel kabullenmişlerdi ki, kontrole gelen idarecinin yanında sıcak ilişkilerini gösteren grup oyunları oynuyorlardı. Bu grupta sık sık sorumlu değiştiği için bana uyum sağlamakta çok ta zorlanmışlardı.

Onlarla uyum içinde olduğumu gören müdürüm beni o gruptan da almıştı. Ben de başka bir kuruluşta çalışmayı istiyordum. Yuvada çalışmak bu baskıların dışında çok yıpratıcı bir süreçti. Tain dilekçesini verdim. Bu kez de beni göndermemek için çaba gösterdi. Gideceğim kız yetiştirme yurduna görmediğim için onların sıkıntı çekeceklerini anlattı. Bunu o kuruma gittiğim ilk gün kulaklarımla duydum.

Yuvadan ayrılmam üç ayı buldu. Kız yetiştirme yurduna başladığım ilk günü hiç unutamıyorum. Bir öğretmen arkadaş benim kolumdaydı. Yürürken birden kurum müdürünü gördü ve heyecanla, “işte yeni gelen psikoloğumuz.” der demez, iki kanatlı olan camlı kapı öyle bir çarptı ki, sanki bir rüzgâr bunu yaptı duygusunu yaşadım. Arkadaşa, “müdürünüz geldiğime hiç memnun olmadı galiba.” Dedim. O da, “yok canım beni duymadı.” Diyerek beni kendince teselli etti. Ama daha sonra bunu doğruladı. Ben arkadaşıma inanmamış ve yapılana çok üzülmüştüm. Bir türlü anlam veremiyordum. Ben beş yıldan beri bir kurumda çalışıyordum. Yaptığım çalışmalar da ortadaydı. Bu nasıl bir şeydi?

Aradan iki gün geçti. Beni çağıran kimse yoktu. O kadar hırslandım ki, bir an evvel görev almak istedim. Cesaretimi toplayıp müdürün odasına gittim. Bir süre sessizlik oldu. Sessizliği ben bozdum. “merhaba, ben yeni psikoloğunuz.” diyerek başladım kendimi tanıtmaya. “hoş geldin. Ama ben seni istememiştim gelmemen için elimden geleni yaptım sen ısrarcı oldun.” Dedi. Tartışmaya girmeye ne gücüm vardı, ne de tartışmanın bir gereği. Ona, “bana iki hafta süre verin, o zaman istemezseniz giderim. Açık sözlü olduğunuz için teşekkürler.” Deyip odadan çıktım. Bu kadar sorumluluğu üstlenmenin, işverenin işini kolaylaştırdığını ve engellilerle ilgili görevlerin yerine getirilmediğini düşünüyor bu tutumun da doğru olmadığına inanıyorum. Yurtta yuvadan tanıdığım çocuklar vardı. Onlar benim bir nevi iş arkadaşım oldular. Hem mesleki deneyimlerimi, hem de özel yeteneklerimi kullanarak kısa sürede somut işler yaptım. İlk kez gençlerin katıldığı ve üretken oldukları bir öğretmenler günü ve şiir dinletisi düzenledim. Psikiyatriye giden gençlerin sayısını 15’ten dörde düşürdüm.

Müdürüm beni her gördüğünde duyduğu utancı dile getiriyordu. Müdür yardımcım ilişkilerimiz uygun hale gelince bana şunları söyledi: “aslında müdür bey senin başlama yazın geldiğinde, bana seni işe getirmememi ve maaş alman için ayda bir kez kuruluşa uğramanı sağlamamı istemişti. Ama ben seni yolda yürürken bastonunla gördüm. Kendine güvenen biri olduğunu anladım. Müdür beye biraz beklememiz gerektiğini söyledim. Biz başka bir kuruluşta çalışan sosyal hizmet uzmanı bir görmeyen arkadaşın hiç baston kullanmadığını biliyorduk. Seni de öyle zannettik. Üstelik o erkek, sen kadındın. Durağa gitmen için tehlikeli bir karşıya geçiş vardı.”

Orada dört yıl çalıştım. Sürgün gelen meslek elemanı arkadaşlarım sürekli yapamadıklarım konusunda beni idareye şikâyet ediyor, bana gençlerle ilgili gelen tutanakları okumak istemiyorlar, büyük olan kuruluşta birlikte yürürken beni yanlarına almıyorlar, ortak yapılacak bir iş için odada oldukları halde, orada olmadıklarını söyletiyorlar ve kendileri gibi boş oturmamı istiyorlardı. Arkadaşlarım kuruma uyum sağladıktan sonra bana yaptıklarından dolayı özür dilediler. İdarecilerim de onların engelimi kullanarak bana yaptıklarını gördükleri halde gerekeni yapmıyorlardı. Bu konuda da yeterince mücadele veremediğimi düşünüyorum.

Yapmak istediklerimin bitmesi ve başka bir kuruluşta çalışmak istediğim için kuruluştan ayrılmaya karar vermiştim. Gidişim de gelişim kadar zor oldu. Bu kez de beni göndermek istemedikleri için dilekçemi üç ay beklettiler. Müdürüm de daha sonra özürlülerle ilgili bir birimde şube müdürü oldu.

Daha sonra Toplum Merkezinde çalışmaya başladım. Bu kuruluşa geçeceğimi duyan idarecimin, “onun kendine bile hayrı yoktur.” Dediğini de iş arkadaşlarımdan öğrendim. Bu merkezde birçok eğitim programları uygulanıyor ve bu uygulamalar için eğitici eğitimine katılmak gerekiyordu. Bu kez de programı dışarıdan uygulayan kurumlara Genel Müdürlük sürekli görmediğimi, bunun bir sakıncası olup olmadığını soruyordu. Ben de bu sorgulamaları el altından öğreniyor ve bu kurumdaki yetkilileri arayarak onlara görme engelim ve yapacaklarım hakkında bilgi veriyordum. Çünkü kurumumdaki yetkililer bana kontenjan olmadığı için alınmadığımı söyleyerek yanlış bilgi veriyorlardı. İstediğim tüm eğitimlere katıldım. Benden sonra da katılan görmeyen arkadaşlarım için de hiçbir sorun yaşanmadı.

Bu zorlu mücadelelerin sonucunda yaşanan diğer olumlu gelişmeleri de daha sonra yazmak isterim. Yeni iş yaşamına atılan arkadaşları bu deneyimler motive etmeli.