Günümüzde Kadın ve Özürlü Kadın - Hatice ÖNDER

Ataerkil aile düzenine geçildikten bu yana tarihte kadın, ikinci ya da üçüncü sınıf insan muamelesi görmeye başlamış, binlerce yıldan beri fiziksel, ruhsal ve cinsel meta olarak algılanmıştır. Bu sanki kadınların doğuştan gelme kaderleriymiş, görevleriymiş gibi kendileriyle özdeşleşmiş ve kadın denince, örgü ören, hamur yoğuran, çocuk doğuran ve kocasını hoşnut eden kimse akla gelmiştir. Hatta Anadolu’nun birçok yerinde dövenlere, kağnılara öküz olarak koşulmuş, çapa yapmış, toprak bellemiş, savaşlarda silah ve mermi taşımıştır. Doğurabildiği kadar çocuk doğurmuş, analık etmiş, hizmetçilik etmiştir. Bütün bunlara rağmen karnı aç kalan kadın olmuş ve ne yazık ki, kadının makûs talihi, 7 bin yıldır bir türlü yenilmek bilmemiştir. Her ne kadar, anayasamız, insan haklarını belirlerken sınıf, cinsiyet, ırk, sağlam ve özürlü ayırımı gözetmeksizin tüm insanların haklarını eşit kılmış ise de 2000 yılının “Dünya Kadınlar Günü”nü kutladığı şu günlerde bizim kadınlarımız, halen aynı kaderden kurtulamamışlardır. Yine kocasının çoraplarını çıkarmakta, sarhoş kocasına ters düştüğü için dayak yemekte, kocası kızdığı için sokaklara atılmakta, parasız kalan kocasına para getirmek için satılmakta, kendi zevklerini tatmin etmek isteyen kocasının karşısında jiletlenerek oynatılmaktadır. Tüm bu nedenlerden dolayı kendini sokakta bulan kadın, sokaklardan kurtulmak için genelevlerine düşmektedir.

Yasalarımızda yine kadın hakları, çocuklarından, kocalarından geride kalmakta, yargıçların insaf ve takdirlerine bırakılmaktadır. Atatürk döneminde, kadına verilen seçme ve seçilme hakkı, kıyafet serbestliği gibi haklar, 2000’li yıllarda yine kocaların insaflarına devredilmektedir. Seçim dönemlerinde kadınımız, kocasının dediği kişi veya partiyi desteklemek, kocasının dediği gibi giyinmek zorunda kalmakta, kız çocukları ise, babalarının izinleri olduğu takdirde okuyabilmekte, izinleri olduğu takdirde bir yerlere gidebilmekte, izin verilirse çalışabilmekte ve yine babalarının dediği kişilerle evlenebilmektedirler. Gerçekte, tüm dünyada kadınlar genellikle ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmekte ancak bizde, yukarıda saydığım koşular içerisinde yaşadıkları için ailedeki tüm erkeklerin arkasında yer almaktadırlar.

Özürlü kadınlarda ise durum, daha da vahim görülmektedir. İlk dönemlerde özürlü doğan çocukların (özellikle de kız çocukların) daha doğuştan talihleri kötüydü. Diri diri gömülmekle başlayan özürlü çocukların talihi, 2000’li yıllarda da pek fazla farklılık göstermemektedir. Bugün gözle görülen tek farklılık, özürlü çocukların doğduğunda öldürülmemesidir. Ancak şimdi de yaşam koşulların ağırlığı ve ayrımcı uygulamalar nedeniyle yaşarken ölenlerin yani ölü gibi yaşayanların sayısı pek de az değildir.

Türkiye’de halen yaşayan özürlülerin sayısı net olarak bilinmemektedir. Birleşmiş Milletler Sağlık Örgütünün verilerine göre, nüfusun %10’nun özürlü olduğu varsayılmakta, bununsa ne kadarının kadın olduğu bilinememektedir. Okuma çağındaki özürlülerin ancak %2,57’si okuyabilmekte bunun ne kadarının kadın olduğu, %10 özürlünün %1’i iş bulup çalışmakta, bunun da yine ne kadarının kadın olduğu bilinmemektedir. Bunlar da gösteriyor ki, yurdumuzda özürlü kadınlarla ilgili herhangi bir istatistikî veri mevcut değildir. Bu konuda çalışma yapmak isteyen bir araştırmacı, nereye başvuracağını ve nereden sağlıklı bilgiler elde edebileceğini bilememektedir. Yine gözlemlerimize göre, özürlü erkeklerin sağlıklı kadınlarla evlilik yaptıkları daha çok görüldüğü halde, özürlü kadınların genellikle bir özürlü ile evlenmeleri ya da cahil, kendisinden yaşça büyük, öksüz, toplumumuzca küçümsenen birileriyle evlilik yapmaları kaçınılmaz olmaktadır. Özürlü erkekler, kendi başlarına daha rahat dışarıya çıkabildikleri halde, özürlü genç kızlar ve kadınlar, korumacılık adına ve toplumun kültürel baskıları sonucu, hemen hemen hiç dışarıya yalnız bırakılmamakta bu da bağımsızlıktan yoksun olmalarına, kapalı birer kutu olarak hayatlarını sürdürmek zorunda kalmalarına yol açmaktadır. Özürlü çocuğu olan ailelerde genellikle görülen iki yanlış davranış yüzünden (korumacılık-acıma, gereksiz görülme-utanç kaynağı olma) özürlü kız çocukları, çoğu kez misafir yanına çıkartılmayan, okullara gönderilmeyen, tek dünyaları radyo dinlemek dışında hiçbir uğraşları olmayan, herhangi bir beceri ve bilgi kazanamayan kişiler olarak toplumda yerlerini almaktadırlar. Kendilerine sahiplik eden ana-babaları öldüğü veya başka bir nedenle yalnız kaldıklarında ise çaresiz, zavallı bir duruma düşmekte ve hatta ahlaki çöküntüye kolayca uğrayabilmektedirler. Bugün ülkemizde sağlıklı bir genç kız veya kadın, birçok yerde çalışabildiği halde özürlü kadının çalışma alanları son derece sınırlı bulunmaktadır. Bir de buna, işverenlerin tutumu yani önyargısı ve yasalarda konuyla ilgili düzenlemelerin bulunmaması eklenince, özürlü kadının çalışma alanları iyice daralmakta, tüm bunların sonucu olarak da iş bulamamakta ve dolayısıyla da eve hapis olmaya mecbur bırakılmaktadır.

Eğitim, bireyin algılamaya başladığı dönemden itibaren önem taşımaktadır. Algılama döneminden itibaren bebek, görmesi sayesinde karşı cinsini tanımaktadır. Oysa görmeyen bebek, o şanstan yoksundur. Ailesine sorular sormaya başladığı dönemde ise, aileden gerekli yanıtları alamamaktadır. Dolayısıyla biyolojik ve fizyolojik olarak kadın ve erkeği tanımadan ilkokul eğitimine başlamaktadır. Eğitimimizde ise, maket, ayrıntılı iskelet gibi araçlar kullanılmadığı için öğrenim dönemi süresinde de görmeyen birey, kendisini ve karşı cinsi bilimsel olarak öğrenemeden cinsel sorunlar hakkında doğru bir bilgilendirme ve yönlendirme olmadan yetişkin-özürlü bir birey olarak toplumda yaşamını sürdürmeye çalışmakta ve bunun sonucu olarak da psikolojik ve cinsel sorunların beklenmedik anlarda patlak verdiği görülmektedir. Depresyon dönemlerinde ise, özürlü alanında çalışan bir klinik psikoloğu veya psikiyatristi olmadığı için yine sorunlarıyla özürlü birey başbaşa kalmaktadır.

Eğitimdeki eksiklikler, sosyal çevre, yasa koyucuların yerel ve parlamenter bazda umarsızlığı özürlü bireyi, cendere içerisinde ezilmeye mahkum etmektedir. Özürlü kadın ise, sayılan bu eksiklikler ve özürlü- kadın olgusu yüzünden sınıfsal farklılık taşıdığı için toplumda kendisini ifade edememekte, çoğu kez hangi haklara ve yükümlülüklere sahip olduğunu bilmeden yaşamanı bir biçimde sürdürüp sonlandırmaktadır. 20.yüzyılın ikinci yarısından itibaren yurdumuzda kadın hareketi, bir kıpırdanma göstermektedir. Demokratik kitle örgütleri, siyasi partiler, sendikalar, kadın haklarından söz eder olmuşlar hatta kadın kolları oluşturmuşlardır. Ne yazık ki, buralardaki gerçek bile görece düşünülmüş olduğundan ve söylemle eylem paralel gitmediğinden kadın, edilgenlikten kurtulamamıştır. Karar mercilerinde erkekler yer almış, kadınlar genellikle uygulamacı olarak görev almışlardır. Ayrıca her hareket, kadın hareketini kendi özelinde düşündüğü için kollektif bir kadın çalışması, günümüzde maalesef görülmemektedir.

Görme özürlü kadınlarda ise, Altı Nokta Körler Derneği’nin yeniden doğuşundan sonra, bir kıpırdanma görülmüştür. Özellikle de doksanlı yıllarda görme özürlü kadın, kendi demokratik kitle örgütü içerisinde örgütlenmedikçe, karar mekanizmalarında yer almadıkça, sorunlarının çözülmeyeceğini görmeye başladı ve bunun sonucu olarak da yönetim kurullarında kadın sekreteryaları oluşturuldu. Bu yolla özürlü kadınların sorunları, tartışılmaya çözüm yollarına ilişkin yöntemler bulunmaya ve uygulanmaya başlandı. Zaman zaman evinden çıkamayan özürlü kadınların, aileleri ziyaret edilerek aileler ikna edilmeye çalışıldı. Özürlü kadının kadın olmaktan kaynaklanan sağlık sorunları, sağlık kuruluşlarıyla yapılan işbirliğiyle bilgilendirme ve tedavi yoluyla çözümlenmeye çalışıldı. Özürlü kadınlar, dünya kadınlar gününde sorunlarını sokaklara çıkarak anlatmanın gereğine inandılar, sokaklara çıktılar. Ülkemizdeki diğer kadın örgütleriyle tanışmaya, sorunlarını onlarla paylaşmaya gayret ettiler.

Sonuç olarak, özürlü kadınların sorunlarına ilişkin gelişmeler, 21.yüzyılın başlarında ciddi bir boyut göstermemektedir. Görme özürlü kadınlar, halen birilerine bağımlı, ailelerinin izinlerine tabii olarak eğitim alabilmekte, dışarıya çıkabilmekte, evlenebilmekte, evlendikten sonra da kocasının ve kocasının ailesinin boyunduruğu altında yaşamını güç koşullar altında sürdürmek zorunda kalmaktadır. Bunun dışında birkaç istisna, normal standartlarda yaşamını sürdürse de gerçekte “kadınız, özürlüyüz, işsiziz, üç kere ezilmişiz.”