Unutulmayacak Kaybımız - Şule SEPİN

Yıl 2009, günlerden 17 ağustos. Çok sıcak bir gün. Ama bizim için çok soğuk, üşüyoruz. Çünkü hiç beklenmedik bir kayıp yaşadık o gün. Aslında biliyoruz bir gün herkesin öleceğini. Ama bu ölüm ani olunca, hele bir de yaptığı esprilerle bizi güldüren ve düşündüren biriyse, alışmak çok zor oluyor. Onu tanıyanlar kim olduğunu çoktan anladı. Mustafa Kemal Dok’tan söz ediyorum. O aramızdan ayrılınca, ardından çok şey yazıldı çizildi. Ama yazacaklarımız bitmemiş ki, iki yıl geçtiği halde ben bu satırları karalayabiliyorum. Aslında iki yıl önce yazmayı düşünmüştüm. Fakat adına ihmal etmek mi denir, yoksa tembellik mi? İkisi de doğru.

Cenaze töreninde herkes şaşkın ve çok üzgündü. Ama beni en çok etkileyen, eşi ve iki çocuğunun yaşadıkları olmuştu. Çünkü onlara yaslarını yaşamalarının yanında başka görevler de düşüyordu. Ne zordur ikisini de aynı anda yapabilmek. Eşi Kemal abinin gidişine çok ağlıyor ama yetişkin olan oğlu ve kızının yanında güçlü anne olmayı ihmal etmiyordu. Onların gözlerinin içine bakıyor, ikisini de sevgiyle kucaklıyor, üzülmelerine dayanamıyor, bir yandan da onları teselli etmeye çalışıyordu. Aynı zamanda ev sahibi oldukları için konuklarla ilgileniyorlardı. “babanız konuksever bir insandı. Herkes yesin içsin. İlgilenmeyi ihmal etmeyin.” Diyordu.

Kızı Deniz ise, deniz gibi kimi zaman dalgalanıyor, ağlıyor, kimi zaman da durgun su oluyor, babasının dostlarıyla ilgileniyordu.

Ya oğlu Zafer! Bence en zor iş onundu. Bir yandan üzüntüsünü dile getirirken ağlıyor, bir yandan da gözlerini kurulayıp babasının tabutunu taşıyordu. Sanki aynı anda iki Zafer oluyordu. Bunu nasıl başarabiliyordu, inanılır gibi değildi. Annesine ve ablasına kol kanat geriyordu. Güçlü erkek olabilmek, insanın bir yakınını kaybettikten sonra yapılacak en zor iş olmalı. Zafer’in yaşadıkları bana başka bir kayıp olayını çağrıştırmıştı.

Çok başarılı bir iş kadını arkadaşımın iki çocuğu vardı. Kızı 3, oğlu ise 14 yaşındaydı. Oğlunu bir trafik kazasında kaybetmişti. Olayı üç gün sonra duyunca, hemen evine koştum. Kızı sürekli hareket halindeydi ve oynuyordu. Mezarlıktan gelmişlerdi. Mezarlığa küçük kız da gitmişti. Abisini her gün soran küçük kız, artık hiç sormuyor ve sürekli oynuyordu. Babaannesi ağlıyor ve “abin nerde kızım?” diye soruyordu. Cevap gelmeyince aynı soruyu tekrarlıyordu. Küçük kız birden, bağırarak ağlamaya ve saçlarını koparmaya başladı. Elindeki oyuncakları sağa sola fırlattı. Soru üstelenerek yine soruluyordu. Sözcükler değişiyordu. “bilmiyor musun abinin nerde olduğunu?” diyordu. Arkadaşım ses çıkaramıyordu. Söylemesi gerekeni biliyordu. Ama yanlış anlaşılmaktan korkuyordu. Sonunda dayanamadım, müdahale ettim. “Çocuk üzüntüsünü böyle anlatıyor.” Dedim. Bir sessizlik oldu. Çocuk sakinleşti.

Toplumumuzda ölümle ilgili bile son derece katı kurallar var. Bir yakınımız ölünce çocuklar da mutlaka üzüntülerini ağlayarak ya da durgunlaşarak belirtmeli. Bunu yapmaları için zorluyoruz. Erkekler de ağlamazlar. Ölümden sonra ağlasalar bile, bu çok abartılmamalı. işte o zaman Zafer’in de güçlü yanının daha çok ortaya çıktığını fark ettim. Ama o toplumun katı kurallarına maruz kalarak yetiştirilmediği için şanslıydı. Kemal Abi bunları duysaydı, oğlunun taklidini yapar, bizi kahkahalara boğardı.

Gülmeyi unutturmayan Kemal abiyi saygıyla anıyorum.